10 Mayıs 2021 Pazartesi

Araplar Neden Türkleri Sevmez?

2020 YILI MART AYINDA SUUDİ MÜFTÜSÜ:
"TÜRKLER MEVALİDİR, İSLAMI TEMSİL EDEMEZLER" 
DİYE FETVA VERDİ....

MEVALİ NE DEMEK???

İslamiyetten önce Araplar ''Azad edilmiş kölelere'' Mevali diyordu.  

İslamiyetten sonra, Mevali kavramı, Arap olmayan Müslüman Milletler için kullanıldı. Kullanılıyor. 

Arap geleneğine göre; Mevali'nin malı, parası, karısı, kızı Araba helal sayılıyor. 
Mevaliden doğan çocuk veliaht olamıyor.   

Arap tarihinde, Mevali denildiği zaman akla Türkler geliyor.

Tükler, islamiyet dünyaya indiği 612 yılından, üç asır sonra, 934 yılında Müslüman olmuşlardı. 

Onlara göre Kuran ''Mekke ve etrafında yaşayan insanları  uyarmak için, arapça inmiş'' bir kitaptı ve bu ayet ile sabitti. O dönemde, Mekke etrafında Araplar yaşadığına göre mekanın sahibi onlardı.

''Her millete bir peygamber gönderdik''  şeklindeki Kuran hükmünü, Araplar,  ''Hz. Muhammed Araplar için gelmiş Peygamberdir'' diye anladılar. 
Arap olmayanların Müslümanlığını kabul etmediler.  

Sonradan Müslüman olan başka milletleri MEVALİ diye tanımladılar.

Emevi döneminde başlayan, İslamdaki ayrıcalığa  ilk karşı çıkan Hanefi Mezhebinin kurucusu Ebu Hanife  (699-767) olmuştur. Büyük İmam diye tanımlanan Ebu Hanife, mevali geleneğine  karşı çıkması yüzünden, arapların hışmına uğramıştır. 

Sonradan Müslüman olan Türklerin Hanefi Mezhebini seçmeleri tesadüf değildir.

Mevali kavramı, sadece Emevilere mahsus değildi. Abbasiler de aynı geleneği devam ettiriler. Bağdattaki Abbasi Halifesi, kendini kurtaran Selçuklu Sultanı Tuğrul Beye kızını vermedi. Gerekçe, Tuğrul Bey'in Türk olması ve Mevali sayılmasıydı. 

Tarihin hiç bir döneminde, Araplar, Türklerin  İslami liderliğini ve egemenliğini tanımadılar. İlk fırsatta Türklere karşı isyan ettiler... 

Hilafeti temsil eden Osmanlıya karşı,  İngilizlerle beraber savaşan Arap isyancılar binlerce Mehmetçiğimizin vahşice kanını akıttılar... Bu anlayışın gerisinde MEVALİ  geleneği yatıyordu...
Nitekim;
- Osmanlıya isyan eden Arapların başındaki isyancı Şerif Hüseyin İstanbul doğumluydu. Ve Haşimi soyundan geldiği için Mekke Şerifi tayin edilmişti. Hain Şerif Hüseyine göre, Türkler Mevali idi. Mevaliden Halife olamazdı...  

Mevali'nin iktidarına karşı gelmek, İslama karşı durmak anlamına gelmezdi...
Bu anlayış, Arapların Türklere karşı isyan etmelerine yeterli gelmiştir...
-2020 yılı Mart ayında Suudi Müftüsü: ''Türkler mevalidir, İslamı temsil edemezler'' diye  fetva verdi...

Türklere karşı Suudilerin, Yunan tarafını tutması ve PKK'ya para yardımı yapmasının gerisinde Mevali anlayışı yatıyor... 

Tarihin hiç bir döneminde Araplar(yöneticiler), Türkleri kendileri ile eşit Müslüman saymadılar...

Zira, Arap kültürüne göre, Mevali'nin iktidarı meşru sayılmıyor. Türkler ise ısrarla tüm bunlara rağmen Araplara layık olmadıkları sevgiyi göstermişler, siyasi ümmetcilik yaparak, arapları bile kendilerine güldürmüşlerdir...

Bu tarihi gerçeği her Türk insanı bilmeli, ona göre hareket etmelidir...
          Alıntı...


Burada tabii ki bütün bir Arap milletini suçlayacak değiliz lakin közü kapalı bir şekilde de herşeye inanmamak gerektiğini idrak edebilmek adına sadece biraz durup düşünelim istiyorum. 

27 Nisan 2021 Salı

Neden Bilim İnsanları İnançsız?

Evreni meydana getiren 4 ana kuvveti kanıtlayan bilim insanları bu 4 kuvveti de oluşturan başka parçacıkların olduğunu teorik olarak bulmakla birlikte hala gözlemleyebilmiş değiller. Mesela x parçacığı dedikleri parçacık olmadan maddelerin bir kütleye sahip olduklarını açıklayamıyorlar yani ispat edemiyorlar ama var herkes biliyor. Bunun bir tesadüf olamayacağı da ayan beyan ortada olmasına ve bu düzeni kurabilecek tek bir İlahi kuvvetin ve Yaratıcının olması gerektiğini mantığımız ve sezgilerimiz söylerken hala bunun saçma olduğunu her şeyin, bu mükemmel düzenin Allah olmadan da var olabileceğini kanıtlamaya çalışıyorlar. İnançsız bu insanların çoğu bulduklarıyla Allah'ın var olduğunu kanıtlamalarına rağmen işte Rabbimizin bizlere bir ihsanı olan o iman lezzetine erişemiyorlar. Yaptıklarıyla insanlık adına çok büyük işlere ve hizmete vesile olmalarına rağmen imandan mahrum kalıp sonunda mağrur olacaklar. Bunu biz müslümanlar bilmemize rağmen peki neden dinimizin emri olan bilimden ve bilgiden, öğrenmeden ve keşiften bu kadar uzak kaldık? Ne oldu bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum düşüncesine? Bizler ismen müslüman olmamıza rağmen o güzel rahmetten bir nebze de haberdar olmamıza rağmen neden hakkıyla dinimizin emrine uymuyor ve hakkıyla iman edip, gerekliliklerini yerine getiremiyoruz? Büyük bir derdimiz var ama bu dert hem hepimizin hem de kimsenin değil... Neden kimsenin umrunda değil? Kendim bu dertle dertlenirken siz değerli dostlarımın da bunu bir düşünmesini ve önce kendine sonra da bana bunun cevabını bir nebze de olabilse vermesini istiyorum. Hadi bakalım tefekkür zamanı...

BAŞBUĞ TÜRKEŞ İLE 3 MAYIS MÜTALAASI


Türkçülük bayramı yaklaşırken bu günün neden bu şekilde kutlandığını ya da anıldığını o günleri bizzat yaşamış bir efsane ismin ağzından hep birlikte tekrardan okuyalım istiyorum.


 3 Mayıs 1944 Olaylarına İlişkin Başbuğ İle Yapılan Röportaj


Sayın Alparslan TÜRKEŞ, 3 Mayıs’ın bir değerlendirmesini yapar mısınız?

Alparslan TÜRKEŞ: 3 Mayıs olayları 1944 yılında meydana gelmiştir. O dönemde memleketimiz tek parti diktatörlüğü altındaydı. O zamanki Cumhurbaşkanı merhum İsmet İnönü de “Milli Şef’ ünvanını taşımaktaydı. Bayramlarda büyük şehirlerimizde asılan dövizlerin üzerinde ‘Tek millet, tek parti, tek şef’ yazıları vardı. O günün şartlarında memleketimizde hürriyet ve demokrasi yoktu. Milli Eğitim Bakanlığı’nı meşhur Hasan Ali YÜCEL işgal etmekte; yük­sek okullar ve üniversitelere Marksist öğretim üyeleri yerleştirilmiş bulunmaktaydı. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı tutuklanmış olan marksistlere geniş destek ve yardım sağlamaktaydı. Bu sıralarda yayınlanmakta olan ‘Orkun’ ve ‘Orhun’ isimli dergi zamanın başbakanı Şükrü SARAÇOGLU’na bir açık mektup yayın­ladı. Bu mektupta çeşitli okullarda, üniversite ve kuruluşlarda yerleşmiş olan marksistler isim isim sayılarak, zamanın başbakanından bunlara neden müsamaha gösterildiği sorul­muştu. Bu şahısların sürekli olarak bulunduk­ları yerlerde marksizm propagandası yaptıkları ve zararlı oldukları belirtilmişti. Böyle bir hareket kamuoyunda çok tesir yaptı. Özellikle yüksek öğrenim gençliği arasında büyük heyecan meydana getirdi. Dergiler elden ele kapışıldı. Bunun neticesi olarak o günün iktidarı, bakan­ları ve yakın mensupları büyük memnuniyet­sizlik duydular. Mektupların yazarı olan Nihal ATSIZ Bey hakkında tanınmış marksistlerden olan ve o sırada Devlet Konservatuarında öğretmen bulunan Sabahattin Ali'nin hakaret davası açmasını temin ettiler. İktidarın resmi yayın organı olan memlekettekius gazetesinin avukatlarını da Sabahattin Ali'nin savunulması ve desteklenmesi için onun emrine verdiler. İşte bu olaylar memleketteki Milliyetçiler arasında büyük yankılar yaptı. Mahkemeler sırasında da gençler Ankara caddelerinde heyecanlı gösteriler yaptılar, komünist eserleri meydanlarda yaktılar. Bunun üzerine iktidar işi tertip yapmaya götürdü ve başta rahmetli Nihal ATSIZ Bey olmak üzere onun kardeşi Necdet SANCAR Bey ve arkadaşlarının evleri arandı. Orhun Dergisi’nin yönetim yeri arandı ve bu kimseler tutuklandı. Suçlama da “Irkçılık” ve “Turancılık” oldu. Birçok işkenceler ve baskılar yapıldı. İstanbul 1 no’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde 23 sanık hakkında dava açıldı. Fakat mahkeme tarafsız değildi, baskılar altındaydı. Ortada hiçbir suç olmadığı halde, Türkiye Cumhuriyeti Kanunlarında “Turancılık” diye bir suç olmadığı halde, böyle bir suç icad ederek, sanıkların bir kısmı ağır cezalara çarptırıldılar. Fakat o zaman ki Askeri Yargıtay büyük bir adalet misali vererek ve aynı zamanda milli şuurluluk göstererek, mahkemenin kararını bozdu, dava dosyasını da 1 no’lu mahkemeden 2 no’lu mahkemeye sevk etti. 2 no’lu sıkıyöne­tim mahkemesinde görülen dava neticesinde bütün sanıklar beraat ettiler. Fakat bu olay Türk Milliyetçilerini bir hayli mağdur etti.. Memlekette milliyetçiliği korkulan bir fikir gibi gösterdi. Bundan da marksistler çok faydalandılar, gelişmeler hızlandı.

Sn. Alparslan Türkeş, 3 Mayıs nasıl “Türkçüler Günü” haline geldi.

A. TÜRKEŞ: Bahsettiğimiz davadan sonra dava sanıklarından avukat Said BİLGİÇ Bey 3 Mayıs’ın “Türkçüler Günü” olmasını teklif etti. Onun bu teklifi diğer arkadaşlar tarafından da benimsendi. O zamandan beri her 3 Mayıs günü Türkçüler ve Milliyetçiler kırlara giderek, bugünü bir bayram olarak kabul etmişler, o gün Türk Milliyetçiliğini anlatmaya, çeşitli konferanslar vermeye ve dergilerde bu konuları yazmaya başladılar.

“Türkçülük” ve “Türkçüler” keli­melerini biraz açar mısınız?

A. TÜRKEŞ: “Türkçüler” derken ‘Türkçülük” ve “Milliyetçilik” aynı anlamdadır değişik bir anlamı yoktur. Yani Türk milletini sevmek, Türk milletinin iyiliğini istemek, hakkını savunmak duygusunun adı ‘Türk Milliyetçiliği”dir. Türkçülüğün başlangıçta bundan biraz daha farklı bir anlamı olmuştur. Türkçülük ifadesi daha ziyade “Türkçenin eski Arapça ve Farsça kelime terkiplerden kurtarılarak halkın konuştuğu Türkçe haline getirilmesi” hareketinin adı olmuştur. Bir nevi “Türkçecilik” tir. Bunun içinde tabii Türklerin esaretten kurtulması, bir bayrak. bir devlet halinde yaşamaları fikride vardır. Daha sonra Türkçülük, milliyetçiliğe yakın bir anlama gelmiştir.

Sayın TÜRKEŞ, birkaç yıldır 3 Mayıslardaki tebrik kartlarınızın üzerinde “Türkçülük” kavramının yerine “Milliyetçilik” ibaresinin yer aldığını görüyoruz. Bu bir muhteva değişikliği mi?

A. TÜRKEŞ: Bundan önceki sorunuza verdiğim cevaba binaen böylesine bir değişikliğe gittik. Yani “3 Mayıs Türkçüler Günü” değil de “3 Mayıs Milliyetçiler Günü” dedik.

İlk Türkçülük hareketlerinin nasıl başladığı hususunda genel ve kısa bir bilgi verir misiniz?

A. TÜRKEŞ: İlk Türkçülük hareketleri bilhassa, yayın alanında büyük bir fikir adamı Kırımlı Gaspıralı İsmail Bey tarafından başlatılmıştır. İsmail Bey bundan 120 yıl önce Kırım’ın Bahçesaray şehrinde “TERCÜMAN” isimli bir dergi yayınlamıştır.. Derginin başlık altına ise “Dilde, fikirde, iş de birlik” sözünü yazmıştır. Bununla gerek Rusya gerekse Rusya dışında birlik kurulması gerektiğini ileri sürmüştür ki, bu, o zamanki Türk aydınları arasında çok büyük bir alaka görmüştür.

Sn. TÜRKEŞ, Gaspıralı İsmail Bey’in yayın sahasındaki bu faaliyetlerine paralel daha ne gibi yayınlar yapılmıştır o günlerde?

A. TÜRKEŞ: Ona paralel olarak o günlerde Bakü’de “Fürüzat” diye bir dergi yayınlanmıştır. Daha. sonraları İstanbul’da “Türk Yurdu” yayınlandı. Diğer Türk illerinde de buna benzer faaliyetler yapılmıştır.

Sn. TÜRKEŞ, 3 Mayıs 1944 olayları o günkü iktidarın tutumundan mı yoksa Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin umumi politikasından mı ortaya çıkmıştır?

A. TÜRKEŞ: 3 Mayıs olayları neticesindeki mahkemelerde Milliyetçilerin “Irkçılık” “Turancılık” suçlarından yargılandıklarını daha önce söylemiştik. Oysa devletin umumi politikası İnönü’den önce “Turancı” ve bir anlamda “Irkçı” bir politikaydı. Bu olaylardan sonra İsmet İnönü ve etrafındakiler ve o eski tutumu değiştirdiler. Bu olaylardan önce devlet okulları ve askeri okullara öğrenci alınırken yapılan ilanlarda aranan şartlardan ilki “Türk ırkından olmak” idi. Bu yadırganmıyordu. Herkes bu görüşlere mensup olmakla övünüyordu.

Sn. TÜRKEŞ, MHP  ve Ülkücü Kuruluşlar Davası ile 3 Mayıs 1944 olaylarının benzer birçok noktaları var. Bu konunun bir değerlendirmesini yapar mısınız?

A. TÜRKEŞ: Hakikaten MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası ile 3 Mayıs olayları arasında büyük bir benzerlik var. Aradan bunca zaman (40 yıl) geçmesine rağmen tekrar açılan davada biz “Turancı” olmakla suçlandık. Aslında Turancı olmak suç değildir. T.C. kanunlarında da böyle bir suç yoktur. Kaldı ki her milliyetçi kendi milletine mensup insanların yabancıların boyunduruğundan kurtulmasını istemesi tabii bir haktır. Yunanlıların Kıbrıs üzerinde yürüttükleri politika da budur ve adı “Enosis” tir. Enosis bir anlamda Yunan Turancılığı demektir. Zaten, Papandreu’nun partisinin adı da Panhelenik Sosyalist Partidir. Panhelenik demek; Yunan Birliği, Yunan Turancılığı demektir. Hiç bir insan kendi milletinin haklarını savunmaktan dolayı suçlanamaz. Bu şerefli bir haktır. Fakat gelin görün ki. Türkiye’de zaman zaman o derecede gafil insanlar kalkıyorlar, kötülemek istedikleri Türk Milliyetçilerini “Bunlar Turancı” vs. diye suçlamaya lekelemeye çalışı­yorlar.

Sn. TÜRKEŞ, son olarak Türk Milliyetçilerine vereceğiniz bir mesaj var mı?

A. TÜRKEŞ: 3 Mayıs milletimizin kurtuluşu. yükselişi, hızla kalkınması ve yaşaması için yegane kuvvet kaynağının Türk Milliyetçiliği olduğunun anlatılması için bir fırsat, bir vesiledir. Ayrıca eskilerin hatalarını anlatmak, onlardan ders alarak bundan sonraki Türk Milleti’nin hayatında o hataların meydana gelmesine imkan vermemek için düşünülmüş ve bayram yapılmıştır. Türk Milliyetçileri her yıl 3 Mayıs gününü bayram olarak kutlayacaklardır. Türk milletinin kuvvet kaynağı olan Türk Milliyetçiliği ülküsünü gençliğe anlatacaklardır. açıklayacaklardır. Bu ülkünün gerek devlet, gerekse millet hayatında da hakim güç, tek hakim varlık olmasını hedef olarak göstereceklerdir. Türk Milliyetçiliği derken, her zaman söylediğimiz gibi. İslam imanını, İslam ahlak ve faziletiyle Türklük şuurunu esas kabul etmekteyiz.

Türk Milleti için bu ikisi birbirinden ayrılmaz. Ancak bugün, Türk milletinin İslamiyete olan bağlılığını istismar ederek İslamiyeti öne sürerek, Türk milliyetçiliğini yıkmak isteyen kışkırtmalarla karşılaşıyoruz. Bunlara katiyen itibar edilmemelidir. “İslamiyet bize yeter. Türklüğe ne gerek var” veya “Milliyetçilik İslamiyete aykırıdır” gibi görüşler düşman oyunudur.Buna kapılanlar düşman oyunlarına alet oluyorlar demektir. Türk Milliyetçileri sınırlarını belirlediğimiz ülkümüzün çizgisi üzerinde olmalı­dırlar. Bunu benimsemezlerse bizim yanımızda bulunmamaları icap eder. Bizim yanımızda olanlar gösterdiğimiz yolda gösterdiğimiz ülküye sadık kalarak hareket etmelidirler.


9 Şubat 2014 Pazar

Burası TBMM Obama'nın Türkiye Ziyareti

Amerikan diplomasisin de ayak ayak üstüne atmak güç bende anlamı taşır. Devlet bey in takip ettiği Türk devlet geleneğinde ayak ayak üstüne atmak yoktur  ve labali hareket olarak kabul edilir. Bu neticede obama, amerika’nın ele geçiremediği TEK lider olan DEVLET bey’in karşısında ayak ayak üzerine atsaydı, başbakan gibi bir taklitle karşılaşmaz ve karşıdakini komik duruma düşüremezdi. Türk devlet geleneklerine göre devlet bey’den üstünlük ifade eden bir hareket görürdü ki bu diplomatik olarak amerika için bir kriz olurdu...
Not: Bugüne kadar amerikan başkanı olupta, bir ayağın diğer ayak üstüne atılmadığı tek yer Devlet bey’in karşısında olmuştur ve Devlet bey amerika’ya gitmeyen ve gitmediği halde amerikan başkanı tarafından kendisinden randevu alınan TEK lider. Buda bir gerçek...


30 Kasım 2013 Cumartesi

AK ALINLI KARA YAZGILI ÇOCUKLAR

Kimi onları yiğit mert diye tanır, kimi onlar deli divane diye tanır, kimi düşman bilir onları kendine kimi dost bilir onları ve ona göre tavır alır, kimi onları boş bir hayale kapılmış zamane çocukları diye tanır...
Dedik ya işte kimi yavuz diye tanır, kimi yunus diye tanır ve tarih onları Türk milletinin son fidelerini iyi tanır ve irdeler...
Üstad Necip Fazıl ne güzel anlatmış onları "Allah'sızın nefret, namussuzun dehşet, yüreksizin heybet, başı boşun mihnet, devrim bazın zulmet, eyyamcının şirret, inmelinin sıklet, anarşistin devlet, komünistin illet sandığı ve tanıdığı sen"... Anlayana çok söz anlatır bunlar...

Bu millet ve devlet o ak alınlı kara yazgılı çocukların mertliğini yiğitliğini, bileklerinin bükülmezliğini, sözünden dönmezliği gördü ve tanıdı onlarda..

Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz misali sokaklarında, mahallelerinde, semtlerinde ve çevrelerinde komünistlere,bölücülere peşkeş çekmediler, onların karşısında başlarını eğip susmadılar, her zaman haykırdılar...
Daima haklının yanında haksızın karşısında durdular. Ne dünyalık istediler nede aferin umdular, ne kavgadan vazgeçtiler, ne gücenip küstüler, vatan millet din ve devlet alsancaklar hakkına dar günlerin Bozkurt sesi olarak haykırdılar...

Tanıdığı bildiği ağabeyleri yakın bildiği arkadaşları onlara hep öğüt dolu sözler verdiler "Etme oğlum, yapma oğlum kendini heder etme vatanı sen mi kurtaracaksın derler".
Yerine göre liderlerinin, Başbuğlarının hakkında atıp tuttular, ocaklarda işin ne, ne yapacan vatanı seviyorsan içinde sev vs. Buna benzer şeyleri söylerler. Büyüklük taslarlar...
Yüreğinde Ülkü meşalesi yanan genç, söz kendine gelince Ülkücülerin yüreğinden geleni dilleriyle değil de gözleriyle anlatırlar ki önce anlayacağını anlar.... Ülkücü genç, eğer söylenen sözler kendine ise, teşkilatı hedefi anlatır kutlu sevdasını anlatır... Anlatır anlatır çok şey anlatırda karşısındaki hiçbir şey anlamaz ama Başbuğun ve davanın hakkında eleştiri yaptıysa bu sefer Ülkücü genç yüreğinden geleni bilekleriyle ve bütün gücüyle vurunca yeri de öptürür.
Onlar dudaklarında sevda şiirleri, sevgiliye aşk-ı ilan edemediler. Sevgilileriyle oturup da mehtaba bakıp yıldızları sayarak kendilerine yıldız seçemediler, sevgililerinin kulaklarına aşk sözcükleri fısıldayamadılar. Bir türlü kırmızı, beyaz ve sarı gülün ne anlam ifade ettiğini bilemediler...
Ülkücülerde insandı onlarda gençti onlarda delikanlıydı...
Daha hayatının baharında taze fidandılar sevdiler ise bir türlü sevdiklerini belli etmediler....
Sevdiğini görünce zamane bebeleri gibi boyunlarına atlamak ellerini bellerinden tutmak yerine yüzleri kızarıp biran önce oralardan uzaklasmanın yoluna baktılar... işte onlar yirmici asırın bahadir melekleri...
Hayattan nasiplenemediler. Bir türlü parayı malı mülkü de sevemediler. Ellerine de pek para geçmedi zaten.Onların yürekleri zengindi oda onlara yeterdi zaten.
Orta okul, lise talebesi iken adı 'REiS' diye bilinenler kendilerini okudukları okulun tahta sıralarının yerine hücrelere zindanlara atıldılar. Küçücük elleriyle kalem tutanların ellerinde defalarca joplar patladı. Söyle dediler, anlat dediler. Ne biliyorlardı ki neyi anlatsınlar. Vatan mı sattılar, bayrak mı yırttılar, neyi anlatacaklardı ki...
Yıktılar üzerlerine suçları ben kalırım tek arkadaşım kurtulsun diyerek kendilerini feda ettiler...
Bir şeyler yazılıp önlerine konuldu...
Hep alakası olmayan faili meçhulleri verdiler bunlara...
Vatanımın ha ekmeğini yemişim ha kurşununu yemişim diyen şehit abilerinin yolundan gittiler hep vur abalının sırtına misali oldular. Ağabeyleri canlarını verdi karatoprağa düşerek kara toprağı gül bahçesine çevirdiler, onlar sırtlarında dünya yükü o kara zindanları yusufiye bildiler, taş medrese yaptılar...
Onlara taşmedreseli yusufiyeli dediler öyle anıldılar kimisi Bursa'ya, kimi Ankara, Eskişehir, Konya, Adana, Yozgat il il cezaevlerine dağıldılar... ama hiçbir zaman davasına teşkilatına küsmediler yılgınlık göstermediler.

Onlar çağımızın Ülkücüleri, Hoca Ahmet Yesevi' nin Horasandaki velilerin hem manevi hemde öz torunlarıydılar. Türk´e sevdalıydılar. Kendilerini arabesk konserlerinde jiletlemediler, sanatçıların ellerini sıkmak için ağlayarak sanatçı ismi bağırmadılar...
Onlar zamane çocuklarından çok farklıydılar çok...
Onlar gözyaşlarını uzak diyarlarındaki Türk illerindeki soydaşlarının garipliğine hüzün kalışına ağladılar onlar haykırdılarsa da yamyam bile hür bu dünyada Türk niye esir diye haykırdılar.
Onlar ak alınlı kara yazgılı çocuklardılar. Onların kavgası varoluş kavgası idi. Onların zamane çocuklarıyla değil, vatana bayrağa dine ve devlete kastı olanaydı kavgaları...
Ne mutlu öyle olanlara ve de kalabilenlere!..


SEZER YOZGAT

26 Ekim 2013 Cumartesi

Atatürk ve Libya Günleri

ATATÜRK Libya’yı ‘gözü’ pahasına savunmuştu.

Mustafa Kemal Libya’ya ilk 20 Eylül 1908’de gitti. Aşiret şeyhleri halkı, hürriyete karşı ayaklanmaya çağırıyordu. Mustafa Kemal ‘Düşmana en güçlü yerinden saldır’ ilkesini ilk orada uyguladı. İkinci kez ise gazeteci kimliğiyle gidiyordu. Kasr-ı Harun’u ele geçirirken gözüne gelen kireçli taş parçası yüzünden az daha gözünden oluyordu.


 Her okulun panosunda Atatürk‘ün Trablus mahalli kıyafeti içinde çekilmiş bir fotoğrafı vardır. Ama Mustafa Kemal‘in Trablus günleri, hayatının az bilinen dönemlerindendir. Zaten o fotoğraf da Trablus’ta değil, Kurtuluş Savaşı sırasında bir Trablus heyetinin ziyaretinde çekilmiştir.
Atatürk‘ün Libya dönemi, onun askerlik, siyaset, hitabet, örgütleyicilik konusundaki ilk deneyimi sayılabilir. Gün ışığına çıkarılsa hem heyecan yaratır, hem de bugün yaşananlara ışık tutabilir. İyisi mi, Libya’nın gündemde olması vesilesiyle o döneme dair bildiklerimizi özetleyelim ve Libya’nın yüz yıl önce, hangi koşullarda, ne pahasına “tahliye” edildiğini hatırlayalım:

İsyanı nasıl bastırdı?
Mustafa Kemal Libya’ya 20 Eylül 1908’de gitti.
Libya’da II. Meşrutiyet’e karşı isyan çıkmıştı. Aşiret şeyhleri halkı, hürriyete karşı ayaklanmaya çağırıyordu. Meşrutiyeti Hilafet’e karşı görüyorlar, Osmanlı’ya meydan okuyorlardı.
Mustafa Kemal, Trablusgarp’a gönderileceğini İttihat Terakki Genel Merkezi’nin toplantı salonundaki kara tahtada yazılı bir nottan öğrendi. Bunun parti yöneticilerinin, kendisini Selanik’ten uzaklaştırmak için bir oyunu olduğunu düşündü. Yine de gitmeye karar verdi. Aldığı 1000 altın harcırahla denizden yola çıktı.
Trablusgarp’taki manzara bugünkünden farklı değildi. Aşiretler isyan etmişti. Türkler kolları bağlı halde vapurlara bindirilerek tahliye ediliyordu. Vapurun demirlediği sahilde bir rıhtım bile yoktu. Bir Arap kayıkçı Mustafa Kemal’i bomboş bir kumsala bıraktı. Karşılamaya da kimse gelmemişti. Bir süre elinde çantayla otel arayan Mustafa Kemal, bulamayınca sahile döndü. Bavulunu yastık yapıp kumsala uzandı.

Düşmana güçlü yerinden saldır!
Bir süre sonra, yaverliğine verilen Teğmen Murat‘la, o günlerde ölen Trablusgarp Valisi Recep Paşa‘nın köşküne yerleşti.  
Trablusgarp Polis Müdürü Cemal Bey’den aldığı ilk bilgi korkutucuydu:
“Asi aşiretler kenti ele geçirdi. Sizi ya öldürecekler veya bir vapura koyup gösterilerle geri gönderecekler.”
Mustafa Kemal, hayatı boyunca rehber edineceği bir ilkeyi ilk kez orada uyguladı:

“Düşmana en güçlü yerinden saldır!”
Yanında sadece Arapça bilen yaveri Murat olduğu halde isyancıların üstlendiği medreseye gitti. Kalabalığı yararak camiye girdi ve “Sizi yönetenler neredeyse, beni oraya götürün“ dedi.
“Kimsiniz siz?”
Az sonra medresede kendisine gösterilen odaya daldı ve odadakilere “Siz kimsiniz, ne yapmak istiyorsunuz“ diye bağırdı.
O kadar kendinden emin görünüyordu ki, odadakiler 27 yaşındaki bu zabitin bir orduyla gelip kendilerini kuşattığını sandılar. Onlarla konuşunca asıl sorunlarının yeni idarede, eski imtiyazlarını kaybetmek olduğunu anladı. 
“Ben sizin çıkarlarınızı korurum, ama izin verin burada toplanan halkla konuşayım“ dedi. Gece, avludaki havuzun başında, tercüman aracılığıyla isyancılarla konuştu:
“Ey din kardeşleri! Memleketinizin korunması için güç birliğine ihtiyacımız var. Ayrılırsak güçsüz kalırız” dedi.
İlk temasta dikkat çekmişti. Yabancı kaynaklarda, Mustafa Kemal hakkında yazılmış en eski konsolosluk raporları o döneme aittir ve Mustafa Kemal‘in Trablusgarp’a varmasından sadece 2 hafta sonra kaleme alınmıştır...


DÖNEMİN WİKİLEAKS’İNDE YÜZBAŞI MUSTAFA KEMAL
‘Etkili bir konuşmacı, kararlı bir kişilik’
 Fransız Konsolosu A. Alrick’in, Fransız Dışişleri Bakanlığı’na 3 Ekim 1908’de  yolladığı rapor: 

“Selanik İttihat Terakki Komitesi üyesi olan bir Türk subayı, birkaç günden beri bu civarda olup bitenler ve kişiler hakkında soruşturma yapmaktadır. Kendisinin, birçok yüksek memur ve eşrafı anayasaya ve ilkelerine sadakat yemini yapmaya davet ettiği, hürriyet ilkesi konusunda dindaşlarının menfi davranışıyla veya hiç değilse bazı tereddütleriyle karşılaştığı söylenmektedir.” 
* * *
Britanya’nın Trablusgarp Konsolosu Alvarez‘in raporu: 
“Beş gün kadar önce Tripoli’de geniş bir dinleyici topluluğu karşısında partisinin ilke ve amaçlarını anlattı. Düşüncelerini etkili ve akıcı üslupla dile getiren bir konuşmacı. Geçen gün bana uğramıştı. Çok sakin ve az konuşan bir ruh hali içindeydi. Bende, daha sonra doğrulanacağına inandığım, enerjik ve kararlı mizaç sahibi bir kişi izlenimi bıraktı.”

HÜCUM, BOMBARDIMAN VE YARALANMA
Kasr-ı Harun Taarruzu
Fuat Bulca savaşın en kritik gününü Cemal Kutay’a şöyle anlatmıştır:
“Mustafa Kemal, bir taarruza karar verdi. (...) Her şeyi hazırladık. Hedefimiz Kasr-ı Harun idi. Burası, zannederim Kartacalıların zamanından kalan bir harabe idi, civara hâkimdi ve onu elinde bulunduran tarafın, karşı tarafın ateşlerine karşı bir müdafaa hattı kurması mümkün olacaktı. Cidden çok kıymetli bir kurmay olan Mustafa Kemal, burasını ele geçirmek için günlerce dikkatli bir plan hazırladı. (...) Yanındaki az sayıda arkadaşlarıyla süvari hücumuna kalkıştı. Kendisini zaptedemedim. Nitekim kısa bir zaman sonra, ben artçı kuvvetlerle kalmıştım; o, Kasr-ı Harun’un ilk basamakları önüne erişmişti. Burada boğaz boğaza bir boğuşmadır başladı. Harabenin duvarlarının arkasında geçen bu mücadelenin safhalarını göremiyordum. 
“Biz harabeler içinde mücadeleye devam ederken Mustafa Kemal’in yanındaki az sayıda arkadaşı ile Kasr-ı Harun’un merkez binasına kadar ilerlediği ve buraya daldığı görüldü. İşte bu sırada gökyüzünde bir gürültü duydum. İki İtalyan hücum uçağı çok alçaktan uçuyor ve bizim arkamıza saldırarak bombalarını koyuveriyordu. (...)
“Mustafa Kemal’in yanına vardığımda onun yüzünü tanınmaz bir halde buldum. Bir elinde kılıcı vardı, diğer elinde mendili sağ gözünü kapatıyordu. Yaralandığını zannettim. Hayır, yaralı değildi. Fakat harabeler arasında yıkılan bir sütundan fırlayan kireçli bir taş parçası şiddetle gözüne çarpmıştı. Sönmüş kireç olmasına rağmen, bir kısmı göze nüfuz etmişti.” 

Gözündeki Libya hatırası 
Ocak 1912’deki bu baskından sonra Mustafa Kemal, Derne’de Kızılay Hastanesi’ne yatırıldı. Gözü kanlıydı. Ateşi vardı. İlk müdahaleyi oradaki Sıhhiye Reisi İbrahim Tali yaptı. Selanik’e dönmesi tavsiyesini dinlemedi. Bir ay kadar hastanede yattı. Derne Komutanlığı’na atanınca iyileşmeden kalkıp savaşa katıldı, ancak hastalığı tekrarladı. 15 gün yataktan kalkamadı. Gözlerini açamayacak haldeydi. Yaralı gözü görmüyordu. “Zamanla açılır“ diyen doktorlara inanmıyordu. 
24 Ekim 1912 günü Derne’den ayrıldı. Mısır ve Romanya üzerinden İstanbul’a döndü. Kasımda Viyana’ya gidip tanınmış bir göz hekimine muayene oldu. 
Gözündeki hafif şehlalık Trablusgarp harbinden kalmadır.


BİNGAZİ’DE ŞEYHE BAĞIRDI:
‘Hadi çık dışarı!’
Mustafa Kemal, Trablusgarp’ta 1 ay kaldı. Dönüş yolunda Bingazi’ye uğradı. 2.5 ay kadar kalacağı Bingazi’de bölgenin idaresini elinde tutan Şeyh Mansur‘la tanıştı.
Kaldığı küçük otelin salonunda otururlarken bir telaş olmuş, “Şeyh Mansur hazretleri“nin geldiği söylenmişti. Bingazi’de Osmanlı’nın bir sancak başkanı olduğu halde bütün güç bu Şeyh‘in elindeydi. Gücünün kırılması gerekliydi.
O yüzden Şeyh salona girdiğinde herkes ayağa kalkarken Mustafa Kemal, yerinden kımıldamadı bile... Oturması için yer göstermediği Şeyh‘e dönüp şöyle dedi:
“Şeyh Mansur! Sen hiç sıkılmaz mısın? Buradaki sancak teşkilatının senin iradene uyacağını sanarak birtakım cüretkârlıklarda bulunuyorsun. Bu küstahlığın derecesini fark etmiyor musun? Ben sana haddini bildireceğim. Haydi çık dışarı!”
Şeyh Mansur, boynunu bükerek çıktı. Polis ve jandarma hayrete düşmüştü. 

Kuran üzerine yemin
Mustafa Kemal, yeniden buluştuklarında Şeyh Mansur‘a Meşrutiyet’i anlattı. Şeyh, eline bir Kuran-ı Kerim alıp Mustafa Kemal‘e uzattı:
“Meşrutiyet idaresinin Halife Efendimize kötülük yapmayacağına dair bu kitap üzerine yemin eder misiniz?”
Mustafa Kemal, Kuran’ı alıp öptü ve “Bu kitap ve namusum üzerine ant içerim ki Halife’ye bir kötülük yapılmayacak” dedi.
Ayaklanma bir süre için durdu; Osmanlı otoritesi sağlandı.
Ancak bu, uzun sürmeyecek, Eylül 1911’de İtalyanlar Trablusgarp’a saldırınca Mustafa Kemal’e yeniden yol görünecekti.



TRABLUSGARP HARBİ 
Çölde bir avuç gönüllü
Trablusgarp savaşı başladığında Osmanlı’nın bölgeye gidecek hali yoktu. Bir avuç subay, kendilerinden 10 kat fazla kuvvete karşı savaşmak üzere karayoluyla ve gizlice bölgeye koşmaya karar verdiler.

Binbaşı Mustafa Kemal de çocukluk arkadaşları Nuri ve Fuat’la birlikte yola koyuldu. 
Harbiye Nezareti, “Yakalanırsanız ‘Hükümetin bilgisi dışında seyahat ediyoruz’ diyeceksiniz” diye tembihlemişti. 
“Şerif” takma adıyla, bir gazeteci kimliğiyle gidiyordu. Yolda hastalandı. 15 gün İskenderiye’de yattı. Kasım sonu önce trenle Mısır’a girdiler. Çölü aşmak için bir süre atla, 8 gün deve sırtında seyahat ettiler. Develerin yükü artınca yaya yürüdüler. Geceleri çadırda kalıyorlardı. Mustafa Kemal fasulye ayıklıyor, Fuat pişiriyordu. Susuz, ağaçsız Mısır çölünü, rüyalarında Rumeli’yi görerek aştılar. 
Son tren istasyonunda Mısırlı bir subay kimlik kontrolü yaptı. Arap kılığına bürünmüşlerdi, ama mavi gözleri Mustafa Kemal’i ele veriyordu. Yakalanacaklarını anlayınca, kimliğini açıkladı; Mısırlının dini duygularına hitap etti:
“Gâvurlara karşı kutsal cihada katılmaya gidiyoruz” dedi.
Sınırı böyle geçtiler. Üniformalarını giydiler; silahlarını gizledikleri yerlerden çıkarıp savaşa katıldılar. 
Bir avuç gönüllü, şimdi Kuzey Afrika’daki son vatan toprağını savunacaklardı.


KAYNAKÇA 
-  “Atatürk Hakkında Hâtıralar ve Belgeler”, Afet İnan, T. İş Bankası, Ankara, 1984
-  “Trablusgarp’ta Bir Avuç Kahraman”, Cemal Kutay, Posta Kutusu Yayınları, İstanbul 1978. 
-  “Atatürk, Atatürk’ü Anlatıyor”, İbrahim Karakaş, Gülnur Aksop, Milliyet. 
-  “Atatürk”, Andrew Mango, Sabah, 1999
-  “Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü”, Dr. Eren Akçiçek, İzmir Güven Kitabevi, 2005.

28 Eylül 2013 Cumartesi

KALİTE FARKI


Alparslan Türkeş ve Recep Tayyip Erdoğan Arasındaki Kalite Farkı!

Hiç huyum değildir televizyon izlemek.

Lâkin nasıl oldu ise bir televizyonu açıp bakınayım dedim.

Allah da gösterecek ya, bir baktım “Kanal a” da Tayyip Erdoğan'ın “hac” görüntüleri yayınlanıyor.

Hayâ ettim.

Ar ettim.

Müslüman gönlüm daraldı.

Hükmetmek adına İslam'ı kalkan olarak kullandıklarından dolayı içim içime sığmadı.

Ağzıma geleni kaleme dökmek istedim ama olmadı.

Sonra merhum Alparslan Türkeş düştü gönlüme.

Hac vazifesini yerine getirirken çekilen fotoğraflarının yayınlanmasını yasaklatan Lider.

Ve öldükten sonra ortaya çıkan o fotoğraf kareleri.

Tam 20 sene o fotoğrafları saklı tutmak.

Nefsin ayaklar altına alınması bu olsa gerek.

İnanç ve iman farkı.

Birisi; Allah'tan başka kimse bilmese de olur düşüncesinde, diğeri ise; Allah'ın bildiğini neden kuldan saklayayımın derdinde.

Hiç kimse Alparslan Türkeş'e İslam dinini kullandı diyemez ama; Tayyip Erdoğan'a denilenler daha bu günden ortada.

Kendisi ile tamamen zıt kutupta olan Emin Çölaşan bakın Alparslan Türkeş vefat ettiği zaman Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinden ne yazmıştı O’nun için:

“İnançlı bir müslümandı ama bazıları gibi müslümanlık tüccarı değildi. Din sömürüsü yoluyla oy avcılığına hiçbir zaman soyunmamıştı.”

Tabii ki kimsenin imanını sorgulama gibi bir lüksümüz bulunmamaktadır lâkin; kimsenin de oy kazanmak uğruna İslam'ı kalkan yapma gibi bir lüksü bulunmamaktadır.

Siz samimi olduktan sonra, dost da düşman da hakkınızı verir merak etmeyin.

Yazının Dibi; Allah'tan özel duamdır ki; siyasi ve dünyevi çıkarları uğruna İslam'ı kalkan yapan babam dahi olsa, beni onunla haşretmesin!

Selâm, sevgi ve muhabbet ile...


BURAK KILIÇASLAN